Bir rüyadan arta kalan hüzün

22.09.2013 09:47:00
Bir rüyadan arta kalan hüzün

















YAŞLI ADAM VE ONUN BİR RÜYADAN ARTA KALAN HÜZNÜ       
   
          
                                                                       I
             Günlerden Çarşamba idi. Yaşlı Adam odasında okumakta olduğu kitabı 152. sayfasında yeni bir fasıla geçerken kapatmıştı. Boynuna asılı duran gözlüklerini sağ elinin tek hamlede hareketiyle çıkarmış, daha sonra bulunduğu kanepeden kalkarak penceresinin kenarından dışarıya şöyle bir göz atmıştı. İkindi vakti gelmiş, güneş zeval noktasından yavaş yavaş zail olmaya başlamıştı. Sonra karşıda duran takvim yaprağına gözü ilişti. Bugün Temmuz’un 27’siydi. Ardından kasketini başına taktı ve aynada üstüne başına şöyle bir bakındıktan sonra, dışarı çıkmaya karar verdi.
            Evinin dış kapısını kapatan Yaşlı Adam, sokakta yürümeye başladı. Çocukların top oynamaları, saklambaç oynamaları; kadınların kapı önlerinde oturmaları bu yaz mevsiminin -hele ki ikindi vaktinde- en güzel bir hikmetiydi. Top oynayan ve saklambaç oynayan çocukların arasından yürümeye başladı. Yaşlı Adam öyle bir yere geldi ki, kalbi hafif hafif tekler gibi oldu. Bu geldiği yer iki katlı bir evin önüydü. Yoldan geçenlerin; “Amca iyi misin?” diyerek sormalarına aldırmadan yoluna devam etti. Ama yüzü de pancar gibi kızarmış bir haldeydi. Sonra bir miktar daha yürüdü… Mahallesinin hemen yakınlarındaki derenin kenarına vardı. Kenardaki banklardan birine oturdu.
            Bir müddet geçtikten sonra derin derin nefes alıp veriyor, her nefes alış verişinde kendini biraz daha rahatlamış hissediyordu. Koltuğunun altından küçük bir defter çıkarıp, bir şeyler yazmaya başladı. En başa da tarih attı: 27 Temmuz 2053, Çarşamba…
                                                                       II
            Bundan seneler be seneler önceydi. Gençtim… Deli doluydum… Bir kız vardı mahallemde, endamı yerli yerinde, boyu serv-i hıraman, yürüyüşü âb-ı revan… Bir gün yakınımdaki bir dostuma ondan bahsetmiştim… Gel zaman git zaman ismini de öğrendim… Handan imiş… Sokakta top oynadığımız bir zamanda o, bisikleti ile geçmişti, ben o dostuma “Ne güzel bir kız değil mi?” dedim. Dostum sustu, ben içimdekilerle dehlizlerde pustum.
            Yine bir gündü, unutanlar dünde, hatırlananlar ise daima bende idi. Dostumla o gün top oynayacaktık. Onu çağırmak için evlerinin önüne gitmiştim. Fakat o inene kadar; en azından bir su içeyim de gelirim, demiştim. Tekrar sokağa döndüğümde Handan’ı görmüştüm. Bu sefer emindim, cesurdum. Daha öncekiler gibi -cesaret edip de caydığım gibi- caymayacaktım. Usulca yaklaştım. Usûlce yaklaştım. “Pardon, bir iki dakikanızı alabilir miyim?” dedim. “Tabi buyurun” dedi. Sustum… Ayaküstü; “Öncelikle tanışabilir miyiz?” dedim. “Tabi” dedi. Ben ismimi söyledim. O ismini söyledi. Şimdi isimle ateş, canan ile söz arasındaydım. Lafı uzatmadım, uzatamadım… “Ya aslında ben sizden çok hoşlanıyorum.” diyebildim. O, gülümsedi, ben bunu ömrüm boyunca unutmadım… Sonra yitik düşler topladım muhayyilemde. Onların esrarengizliğine o an daldım. Ardından birkaç kelime daha sarf edip yanından hızla uzaklaştım. O ikindi günü bundan tam 47 yıl önceydi. Sevda sadece dilimde iki heceydi…
            Geldi zaman gitti zaman… İçimdeki ateş doldurdu nice umman… Sevdim ve inilti içindeydim. Bildim. Aşka düçâr oldum. Sonra birkaç sefer daha konuşma fırsatı buldum. Ama bir türlü netice hâsıl edemiyordum. Seneler sonra bir gün onunla telefonda konuşup ona kavuştuğumu sandım da konuşmamızın ardından şu şiiri yazdım:
Sonunda Sana Kavuşmak Var
Yıldızlarımı destelerle birleştirip arş-ı azamdan bıraktım arza.
Cümle âlem şahittir artık içimde yanan bu oda.
Ben bir bilmece çözdüm aşk bulmacalarında.
Tabuları yıktım, darmadağın son tezin hali.
İşte yârin en güzeli ve belki de kavuşulabileni…
Aşama aşama yazarak son noktayı koyacağım,
Şimdi ise hayat şiirinin en başındayım.
İdeal bir ruh, kimi zaman yorgun bir ahvâl…
Sonra Hüdâ’nın izniyle aydınlığa dönecek bu hal.
Sevgilinin güzel saçlarından bereketlenecek bu gönül toprağı.
Başıma sardım işte miskinlik sarığı.
Ben bir adım daha atarken sanki yeniden doğdum.
Koştum, yoruldum sonra soldum.
Aşk u muhabbeti has gönül saraylarında buldum.
Yâr! Gözümün bebeğinde sitem var, der üstadım.
Yâr! Gözünün bebeğinde sanki cennet var.
Sanki sana baktığımda Hakkı görüyorum.
O zaten gösteriyor her yarattığı varlıkta kendini.
Senin suretinde onu seyreylemek,
Sanki cennette o didarı izlemek gibi.
Sevgili! His-i muazzamlıktır hâlim.
Ve o Rahmandır Halim.
Göz bebeklerimden sensizliği al,
Mutluluk süvarilerini gönlümün sarayına sal,
Yağmalansın bu saray,
Bilirim, sonunda sana kavuşmak var.
                                                                       ×××
            Lise çağı çoktan bitmişti. Ben üniversite çağına varmıştım. Onun gibi Türkoloji okuyacaktım. O okuyor diye değil ama çocukluktan beri düşlediğim bir hayal olduğu için.
            Ben “o”nlu bayramları çok bildim. Onun sesiyle çoğu bayramı çifte bayram addettim. Üniversiteyi bu şehirde okumayacaktım. Sıkılmıştım bu şehirden, etrafımdaki bir sürü aç sefil, asalak gibi yaşayan insanlardan. Ve öyle de oldu zaten, ben bu şehirden gittim. Ama onu sevdiğim kadar ben bu şehri de çok sevdim. Bu şehirden ayrılmanın acısını da yüreğimde çok sonra hissettim.
            Sürgün şairler gibi doğuya çıktı seferim. Fakat hayalimde ben hep Ege’liydim. Çünkü Ege’de bir yanımın olduğunu, bir Ayine-yi İskender’imin olduğunu daima bildim. Onun her daim parıldadığını, bana ait olduğunu sandım… Sandım da yandım…
            Günlerden sonra Handan ile muhabbet mülkünün sahipleri olmuştuk. Ben şahı o şahanesiydi bu mülkün. Ayrı olsak dahi duaların bir yerde birleştiğini ona defalarca söyledim. Ümit kesmemeliydik. Bir gün elbet mutlak kavuşmanın lezzetine varacaktık…  
            Sonra şehirleri yaktı içimin yangını… İlk önce okuduğum şehre sıçradı. Sonra doğduğum şehre… Bir vardı bir yoktu sevdiğim, bu yüzden ben maziyi özledim, şehrimi özledim. Hele ki ondan ayrılışıma tahammülüm kalmadı da nice şiir söyledim. Bu Orhan’ların, Osman’ların, Murad Hüdâvendigâr’ların gözbebeği olan sevgiliye ah ne çok şiir söyledim.
            Handan ile konuştuğumuz zamanlardan birinde, kadim zaman âşıklarının aşklarını hıfzetmiştim. Onların aşkları Handan ile benim aramdaki aşk gibiydi. Mesela onlar sevgililerini her zaman göremezlerdi; ola ki çarşıda ola ki pazarda ola ki mahallede, sokakta görsünler, görsünler de şöyle göz göze bakışıp mest oluversinler. Onlar mesela sevgililerinin yüzlerini her ayrıntısı ile hatırlamazlardı. Kendi muhayyilelerinde gerçekteki sevgililerinden hareketle daha güzelini yaratırlar ve ona âşık olurlardı. Sevdikleriyle her zaman bir araya gelemezlerdi. Bir arkadaş toplantısında mesela; bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı olduğunun bilincinde olarak, görüp birbirlerini iki çift hasbihâl edebilirlerse ne âlâ… “Dere başında gördüm seni, al yemeninden tanıdım seni” derken onlar, aslında iffetlerinden birbirlerinin yüzlerine ne kadar az baktıklarını, bu yüzden birbirlerinin yüzlerini hayal meyal hatırladıklarını söylemek isterlerdi. Baştan ayağa iffet abidesiydi onlar. Handan’la ben de öyleydik işte… Bir gün bu benzerliği anlatmak için telefon açmayı düşündüm ona. Ama bunları düşündüğüm gecenin devamında değişik, aslında güzel bir rüya gördüm:
            Işıklı bir gündüzde yan yana yürüyorduk Handan’la. Şiirler okuyorduk birbirimize; ben ona Necati Bey’den; “Ayağı yer mi basar zülfüne berdâr olanın/Verür cân u seri zevk u şevk ile döne döne” beytinin geçtiği gazeli okuyordum. O, ilk günki -o ikindi güneşindeki gülüşünün aynısıyla- buna mukabele ediyordu. Sonra bu bitince; “Arz-ı hâl etmeye cânâ seni tenha bulamam/Seni tenha bulacak kendimi asla bulamam” diyordum. “Buldun ya!..” diyordu ve gülümsüyordu. Sonra yol bitiyordu. İhtişamlı gölgelerde cennet meyveleri tadıyorduk, mest oluyorduk… Birden gözlerimi açınca sabah olduğunun farkına vardım. Neşe içinde uyandım. Bu; bir rüyadan arta kalan neşenin yansımasıydı. Evet, akşam Handan’ı aramalı, önce bu rüyamı, sonra kadim zaman aşklarını anlatmalıydım.
            Akşam olduğunda müsait olduğunu bildiğim sevdiceğimi aramak için telefona sarıldım. Arıyordum… Bir müddet sonra meşgule atılıyordum. Beş dakika sonra yine aynı şekilde meşgule atılıyordum. Hüsnüzan içindeydim. Müsait değildir, dedim. Birkaç vakit sonra yine aradım. Yine aynı şekilde meşgule atılıyordum. Mesaj attım: “bir problem mi var Handan?” diye. Cevap alamadım. O gün hiçbir şekilde ona ulaşamadım. Ertesi gün yine ulaşamadım. Onun ertesinde ise yine ulaşamadım. Cinnet ile cennet arasındaydım bu sefer. Konuşamazsam cinnette, sesini işittiğim an cennette olacaktım. Ama cinnete daha yakın olduğumun farkındaydım. Ve bir zaman sonra telefonu başkası açınca neye uğradığımı şaşırdım da artık mecnunluğumu ilan ediverdim. Her şeyin o anda yalan olduğunu anladım. Ama nasıl olur, daha birkaç akşam önce gördüğüm o rüya?.. Ah nerden bilirdim… Nerden bilirdim… Meğer rüyalar da tersine çıkarmış onu anladım. Bir rüyadan arta kalan neşenin değil, şimdi bir rüyadan arta kalan hüznün içindeydim…
            O günden sonra onu bir daha ne gördüm ne de duydum. Aklıma her geldikçe küfürler savurdum. Bir rüya görmüştüm. Her şeyim bu rüya gibi olacak sanmıştım. Yanıldım. Bir rüyadan arta kalan hüznün acısını kırk yedi yıldır yaşıyordum. Az önce önünden geçtiğim o iki katlı ev vardı ya hani ey sevgili günlük, ona ilk itirafımı yaptığım yer, o iki katlı binanın önüydü. Bundan tam kırk yedi yıl önce… O rüya hayatımdan tam kırk yedi yıl önce geçmişti. Bugün o rüyayı görmemin kırk yedinci yılı… Bu yüzden işte orada kalbim tekler gibi oldu. Yüzüm pancar gibi… Şimdi bunları anlatacak kimsem kalmadı ey günlük. Bir sen kaldın. Yalnızca sen… Umarım beni anlamışsındır. Umarım sen de ben bu satırları nakış nakış sana işlerken, sen de benim gibi ağlamışsındır. Çünkü derde ortak olup, aguşuna sarılıp, hüngür hüngür ağlayacağım kimsem kalmadı. Umarım sen benim hüznüme ortak olmuşsundur sevgili günlük…
                                                                       III
            Aynı senenin bir ekim sabahı yaşlı adam koltuğunun altında birkaç gazete ve birkaç dergi ile dolmuştan inip, yürümeye başladı. Bursa Ulu Camii’nin doğu kapısına düşen fıskiyeli havuzun olduğu meydana inmek için merdivenlere doğru sakin adımlarla ilerledi. Bir süre sonra o şirin meydana indi ve ortadaki o büyük havuzun etrafındaki banklardan birine oturuverdi. Sağ tarafında Orhan Camii, sol tarafında Ulu Camii, önünde, sabahın bu serin deminde fıskiyeleri şırıl şırıl akan bir havuz, hemen yine çaprazında belediyenin görevlilerinden birkaç tanesinin budadığı ihtiyar bir çınar… Yaşlı Adam, işte şimdi Bursa’da Zaman’ı okumanın vaktidir, diyerek şiiri koltuk altındaki gazetelerin ve dergilerin arasından çıkardı. Yanında simit de vardı… Yaşlı Adam okumaya başladı…
            Bursa’da eski bir camii avlusu,
            Küçük şadırvanda şakırdayan su,
            Orhan zamanından kalma bir duvar…
            Onunla bir yaşta ihtiyar çınar,
            Eliyor dört yana sakin bir günü.
            Bir rüyadan arta kalmanın hüznü…
            Yaşlı Adam şiiri okurken işte tam bu noktada takılıp kaldı. Nasıl olurdu? Daha yeni okumaya başlamıştı, hem de iştahla okumaya başlamıştı… Neden durdu birden?.. Zihnine bir şeyler neden takıldı kaldı?..
            Biraz sonra o tatlı ekim sabahının melale inkılâb ettiğine şahit oldu Yaşlı Adam. Şiirin tadını alamadı, simidin tadını alamadı. Bir rüyadan arta kalan hüznü “Bir rüyadan arta kalmanın hüznü” mısraının geçtiği noktada yine tam yüreğinde hissetti. Kırk yedi yıl önceydi. Ah.. Ne güzeldi… Onu hatırladı yeniden, sesini hatırladı, boşlukta yüzünü hatırladı. Ama bir şey gelmezdi elden. O, hayatından kırk yedi yıl önce geçip giden bir rüyaydı. Bunu tekrar anladı. Sustu. Boğazı düğümlendi. Elinden bir şey gelemeyerek birkaç damla gözyaşının yanağından aşağıya süzülmesine mani olamadı… Bir rüyadan arta kalan hüznün yâd-ı haziniydi işte bu…  

Yavuz Balı
yazdı...