Gönlüne Takma Çengel

13.09.2013 16:42:00
Gönlüne Takma Çengel

 GÖNLÜNE TAKMA ÇENGEL

 

“Çocuk olmak ne güzel şeydir

Çocuklarımız en büyük sermayedir

Kalk Ey Abdullah

Çocuklar şekerlerini beklemektedir.”

Bu dörtlüğü mırıldanarak güneşle tokalaştı amcam. Amcam ara ara buna benzer dörtlükler yazar, yazarken de, okurken de hem kendisi keyif alır, hem de başkaları… Eğer amcam gün içinde maniyi andıran bu dörtlüklerden yazıp okumuyorsa, o gün bir sıkıntı rüzgârı mutluluk çadırlarını kökünden söküp atacak demektir.

O, harika bir insandır. Elli küsur yaşına rağmen çocukla çocuk olmayı başarır. Öyle ki torunuyla oynadığı evcilik oyununu izlemeye doyamam. Şakalarıyla, hareketleriyle oyuna renk katarken, biricik torunu Sevde’nin yüzünü de muhabbet fırçasıyla mutluluğa boyuyor âdeta.

“Evcilik oynamak ne büyük eğlence

Ne güzel gülümser benim torunum Sevde

Eğer kaybolursan günün birinde

Ayrılma oradan, bekle beni olduğun yerde.”

Amcam oyun arasında okuduğu bu vb. dörtlüklerle küçük torununa bazı nasihatler verir…

Çocukları çok sevdiğinden olsa gerek, mahallenin tüm çocukları amcamı aynı derecede sever. Ne zaman sokağa çıksa, arabasına binse, karıncaların reçel tabağını sardığı gibi, bir anda etrafını çocuklar sarıverir etrafını. Amcam da cebinden çıkardığı bozuk paraları bir bir onlara dağıtır, gülümsemesine ek olarak. Bir de çikolatadan, şekerden tatlı dörtlükler var tabi, hediye olarak.

“Mahallemin çocukları çok sevimlidir

En sarışını Hasan, en uzunu Ali’dir

Hepsi ailesinin göz bebeğidir

Allah’ın en sevdiği çocuklar, yalan söylemeyenlerdir.”

Amcamın kızı, çocukların babalarına düşkünlüğünden pek hoşlanmaz.

Babasını çok kıskanır; ama tüm kıskançlığına rağmen, babasını mutlu görmek Filiz’i mutlu ettiğinden, kıskançlık duygusunu gönül sandığının en dibine kilitler ve bu durumu babasına belli etmemek için elinden geleni yapar.

Filiz’in mutsuz olduğu zamanlar hatırına hemen babasının bir şiiri gelir. Hatıra gelen bu şiirin peşinden de koşmaktan nefesi kesilmiş büyük bir tebessüm gelir mutlaka. Dörtlük şöyle:

 

“Mutlu olmak için sebep çok

Sağlıktan büyük nimet yok.”

 

- Baba bu tatilde de Ankara’ya gidecek miyiz?

- Allah nasip ederse evet kızım. Biliyorsun bayramlar sevdiklerimizle bir aradayken daha güzel.

- Haklısın baba. Baba onlar da gelecek mi bizimle?

Amcam, bu soruya şaşırdı. Kızının “Onlar” dediği kim olabilirdi ki? Merakla sordu:

- Onlar kim kızım?

- Onlar, yani az önce yanından geldiğin çocuklar.

Abdullah amcam, durumu anladı. Kızı, mahallenin ufaklıklarını kıskanmış, bunu da bu cümlesiyle izhâr etmişti.

- Ah benim canım kızım, seni öyle çok seviyorum ki, sen ve ağabeyin benim neşe kaynağımsınız. He unutmadan şunu da söyleyeyim, akıllı kızlara kıskançlık kostümü yakışmaz.

- Ama baba…

-Aması maması yok sevgili kızım.

Bu son cümle küçük kızın zihninde boş bir bidon gibi yuvarlanıp duruyordu. Gülümsemesine ara vermeden, düşüncelere ara verdi ve kolideki kitapları kitaplığına dizmeye devam etti.

Tüm hazırlıklar tamamlandı. Ve ailece yola koyuldular… Amcam, hem arabayı kullanıyor hem de esprileriyle yolculuğu zevkli kılıyordu.

Anne ve iki çocuk sürekli gülüyorlardı. Baba Abdullah, onların güldüklerini gördükçe, esprilerinin dozajını artırıyor, adeta onları gülmekten kırıp geçiriyordu.

 

Ankara’ya vardıklarında hepsi yorgundu; ama uzun süre yolculuk yapmaktan değil, aralıksız gülmekten. Bir yandan bavullar indirilirken arabadan, bir yandan da aile büyükleriyle sohbet ediliyordu.

Ankara’nın serin yaz gecelerinde balkon sefası yapmak gibisi yoktur.. Envâi çeşit meyve ağacı vardı, bahçelerinde. İki torun kollarını uzattılar ve bir iki avuç dut topladılar. Hemencecik oradaki (balkondaki) muslukta onları yıkayıp yemeye başladılar. Onlar dut yemenin tadına varırken, amcam ve yengem de anne babalarına kavuşmanın, onlarla bir arada bulunmanın tadını çıkarıyordu. Amcam burada da durmadı ve hemen bir dörtlük okudu:

 

“En yüce kurum aile

Bir kalpte iki inci, bir baba biri anne

Muhabbet şerbetine doyum olmaz aileyle

Hey çaycı, haydi şerbetleri tazele.”

 

Ertesi sabah, herkes bir işin ucundan tutuyordu. Nine ve iki torunu köy ocağında ekmek pişirirken, baba oğul bahçede onarılacak yerlerle ilgileniyordu. Yengem ise, kahvaltı bulaşıklarını yıkamış, öğle yemeği için hazırlık yapıyordu.

Derken bahçeden gökyüzündeki musikiyi delen bir çığlık yükseldi. Sanki bütün köy aynı anda içten bir  “âh” çekti.. Evin önündeki insan kalabalığını gören yengem, çocuklarına bir şey oldu sandı,  yalın ayak bahçeye koştu.

Bahçe bir anda öyle kalabalıklaşmıştı ki, yengem kime ne olduğunu bir süre anlayamadı. Karşısında oğlu ve kızını görünce içten bir oh çekti.. Nereden bilebilirdi ki, az önce çektiği “oh” un “ah” feryadına dönüşeceğini…

O, etrafa neşe saçmayı vazife bilen Abdullah amcam, bu kez gülmüyordu, güldürmüyordu da, üstelik acıdan inliyordu. Yengemin eli ayağına dolandı. Boylu boyunca yerde yatan eşini kaldırmak istedi; ama buna muvaffak olamadı. Babasının yardımıyla onu kaldırdılar. Ve hemen Rafet amcaların arabasına bindirdiler. Yengem, kızına ocağa söndürmesini ve hemen eve gidip, ortalığı toplamasını, evin kapısını içeriden kilitlemesini ve eve yabancı kimseyi almamasını tembih etti.

Araba öyle hızlı gidiyordu ki, Asiye yengem yol kenarında gördüğü ağacı bir kez göz ucuyla görüyor sonra o ağacı gözden kaçırıyordu.

Dedem amcamın başına gelen kazayı şöyle anlattı:

Çok ısrar ettim, “Oğlum, burada misafirsiniz, otur oturduğun yere. Bırak kalsın, ben bir usta çağırır yaptırırım” diye; ama beni dinlemedi. Tâ benim rahmetli babamdan kalan ahşap merdiveni dayadı binanın arka duvarına ve başladı çatıdaki birkaç döküntü yeri onarmaya. Bir yandan tatlı tatlı sohbet ediyor, bir yandan da binanın dökülen yerlerini onarıyorduk. Yoldan geçen herkes hem Abdullah’a hoş geldin diyor hem de “Maşallah ne çalışkan çocuk bu Abdullah. Gençken de böyleydi.” deyip ona övgüler yağdırıyordu. Derken Abdullah’ın ayağı birden kaydı ve merdivenle beraber yere düştü. Ne olduğunu, nasıl olduğunu anlayamadım.

Hastaneye vardıklarında amcamın benzi sarıya çalıyordu. Acile girdiler. Doktor, amcamın hemen ameliyata alınması gerektiğini söyledi. Biricik amcam içeride, sevdikleri ise ameliyathanenin kapısında ecel terleri döktü.

Doktor Oğuz Bey, birkaç saat süren zorlu ameliyat sonrasında hasta yakınlarının yanına geldi ve şunları söyledi:

- Büyük bir kaza atlatmışsınız, tekrardan geçmiş olsun. Abdullah Bey’in durumu mââlesef çok kritik. Çok üzülerek söylüyorum hastamız, yürüyememe tehlikesiyle karşı karşıya. Çok nadir gerçekleşen bir şey olmuş, ve Abdullah Bey’in sol ayağının topuğu parçalanmış. Birinci ameliyat başarılı geçti. Bunun gibi  bir çok ameliyat bekliyor onu. Ayağın eski haline gelmesi zaman alabilir. Size düşense, bu zor günlerde Abdullah Bey’i yalnız bırakmamak ve ona sürekli olumlu telkinlerde bulunmak.. Hastanızın sağlığına bir an evvel kavuşması için onun moralini yüksek tutmanın yollarını arayın ve sürekli onun yanında olun.

Ne hayâllerle gelmişlerdi Ankara’ya.. Üzüm bağlarını gezecekler, meyveyi dalından koparma zevkini yaşayacaklar, köy düğünlerine, fasıl gecelerine katılacaklar, kaplıcaları gezecekler, Beypazarı’nda havuç suyu içip, gümüş çarşılarını gezeceklerdi; ama olmadı. Bir engel vardı, beklenmeyen, istenmeyen.

Neşesi ümitsizlikle yer değiştiren amcam, yatağa çakılı kalmaktan çok sıkılmıştı. Hem çocukları da çok özlemişti. Kendini aciz hissediyordu; çünkü bir odadan diğerine geçmeye bile muktedir değildi. Boş durmaktan hoşlanmayan amcam, yattığı zaman süresince okudu, yazdı. Öyle ki elinde koca bir defter dolusu şiir oldu.

Torunu Sevde, dedesinin ayağındaki demirlerden, sargı bezlerinden korkmuş olmalı ki, son günlerde uykusunda “Anne kan vardı, anne demir ayağına battı.” gibi cümleler kurarak sayıklıyordu… Dedesi, torunu için de şu dörtlüğü yazdı:

“ Her zaman gül benim güzel kızım

Çok çalış varken sağlığın

Bahanesi olmaz yaramazlığın

Deden bir iyileşsin, ortalığı edeceğiz darmadağın.”

Böyle böyle sekiz ay geride kaldı. Bir bir üstüne yapılan ameliyatlar, sargılar, ilaçlar… “Bundan böyle size düşen her gün yarım saat yürüyüş yapmak, büyük tehlike atlattınız. Geçmiş olsun Abdullah Bey”  diyen doktoruna öyle minnettar, öyle duacı ki amcam…

Salon hınca hınç doluydu. Aylar önce hastaneye veda ederken yazdığı şu iki dörtlükle başladı amcam konuşmasına. “Engelliler Haftası” münasebetiyle düzenlenen bu konferansın adı dikkat çekiciydi: “Gönlüne Takma Çengel”

“ Sağlık ne büyük nimetmiş meğer

Gece-gündüz şükret ‘kul’san eğer

Bazıları geçim, bazıları hastalık derdi çeker

Derdi veren dermanını da verir, buna inan yeter.”

 

Mutlu olmak için yoktur engel

Ümitsiz olma, gönlüne takma çengel

İstersen her şey mümkün, sadece inan

Asıl engel vicdansızlık, vicdanın varsa beri gel.”

 

Mine Taşdemir