Yusufları zindanlara koydular

15.08.2013 17:21:00
Yusufları zindanlara koydular

 Geçmiş mi Geçmemiş mi?

Modern historiyografinin, sosyolojinin ve iktisatın öncülerinden kabul edilen 14. yüzyıl düşünürü, devlet adamı ve tarihçisi İbn-i Haldun:

“Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer.” demiştir…

Oysa biz geleceği satın alabilmek adına bugünü özenle inşa etmek dururken uyuyorduk habersiz. Dünyayı ideallerimize göre değiştirmek yüce hedefine odaklanmışken; değiştiremediğimiz dünya konseptinde ideallerimiz yavaş yavaş değişmeye başlamıştı. Kaybolmuştuk bu küresel köyde. Bizi varacağımız yere götürecek işaretler ve işaretçiler en önce terk etmişlerdi geride kalanları. Geride kalanlar varoşlarıydı bu toplumun. Toplum işaretlere ve işaretçilere kin besliyordu. Besledikleri kin, kan kokusunu arzulamadıklarının en önemli habercileriydi. Yoksa sürüleştirilerek kurşunlara çoktan hedef yapılırlardı. Ölüm onların adresiydi. Beyrut’ta, Filistin’de, Afganistan’da, Türkistan’da, Keşmir’de, Arakan’da, Suriye’de ve Mısır’da zulmün kol gezdiği her yerde zaten adları ölümdü. Adres ciddi bir tarif yapılmaksızın hemen sahibini belli ediyordu. Doğuştan damgalanmışlardı…

Basit ve kötü niyetli insanlar vardı çevremizde. Kendilerinin anlama anlamlandırma yeteneklerinin çok üzerindeki her şeye muhalefet ederek kötüleme amacı taşıyorlardı. Muhalif olarak kötülemek en zahmetsiz karalamaydı. “Güneş her ne kadar balçıkla sıvanamasa” da toplumda geçici körlük oluşturuyorlar, dimağları uyuşturuluyorlardı. Çoğu zaman halkın değerlerinden çok uzak aydınlar üstleniyordu bu misyonu. “Aydınların” bu kabul edilemez “karanlığı” insanımız ağlatıyordu. İnsanımız uysal bir kararlılıkla susuyordu. Sıranın kendilerine geleceği devşirme bir slogandı. Hani şu, “Susma sustukça sıra sana gelecek.” olanı da. Halk bu devşirme sloganlara pek prim vermezdi. Ama hakikaten bu sefer durum biraz farklıydı. Sıra gerçekten de geliyordu. Hem de bu sefer davul ve zurnayla. “Mecusi’ye sahip çıkacaktık veya Katoliklere sahip çıkacaktık.” tesellisi maalesef anılarda kalmıştı. Davul zurnayı cennet ve barış müziği zannedenler işte bu kötü niyetlilerin komplolarına mağlup olacaklardı. Her ne kadar, “Fırtınalı havalarda yelken açılmaz…” diye bağırsan da bu son çırpınışlar fayda vermeyecekti. Maç başlamadan bitmişti…

Tarihten bi haber siyaset yapmaya çalışan devleşmiş cücelerde doluydu her yan. Tarihi bir olayı örneklendirerek açıklama yapabilme melekesi kendilerinde bulunmayanlar en revaçta yorumcular ve “bir bilen” olarak karşımıza çıkıyor ve onlara kesinlikle inanmamız isteniyordu. Hâlbuki gerçekler farklıydı. Gerçekler mümtaz şahsiyetlerin en önemli besin kaynağıydı. Her ne kadar birilerinin canı yansa da varsın yansındı. Gerçekler ve doğrular ortaya çıkmalıydı. Ondan sonra ne olacağı önemli değildi. Hayatın anlamını kaybetmesi yaşamın manasızlığını ortaya koyuyordu. Tarih, talihimiz kadar kötü değildi aslında. Tarih, kötü talihimizin yanında en şerefli en aydınlık, en kahraman ve en kendimizi adam saydığımız zamanlardı. Çünkü o zamanlar, haritayı biz çizer, en zalim kralları devirir, Viyana’da, Akdeniz’de, Afrika’da Arabistan’da elini kolunu sallaya sallaya gezer, dünyayı arka bahçemiz bilirdik. Bizim tarihimiz;

Marksistlerin; üretim araçlarına sahip olmak için yapılan sınıflar arası mücadele veya Yahudilerin; üstün ırk olan İsrail oğullarının, Rab(Yahova) adına dünyaya hakim olma ve insanlardan intikam alma mücadelesi biçiminde değil; aksine insanlar için adaleti tesis ederek emniyeti sağlama biçiminde tezahür etmişti. Bizim tarihimiz şerefliydi, asildi. Orta, yan, ön tarihimiz olmadığı gibi Avrupa’ya özgü karanlık çağımız hiç olmamıştır. Bütün mevsimlerimiz ilkbahar gibi narin ve nazikti ve hayat doluydu. Şimdi o kadar acı ki Rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti’nin şu şiirini okumak:

“Yol görünür, hakan emir verirdi
           Dalga dalga ordularım yürürdü
           Hamlemizden dağlar taşlar erirdi
           Doludizgin aşar idik belleri
           Biz neyledik o koskoca elleri”

Fatih’in atını denize sürmesi heyecan vermiyordu artık bize. Dostlarımız rahatsız olmasın diye çokta fazla anmıyorduk artık seferlerimizi, fetihlerimizi ve şehitlerimizin kanlarıyla şereflenen toprakları. Kahramanlık kokan beldelerimizdeki kutlamalar bile anlamını kaybetmişti. Sütçü İmam, Şehit Kamil, Şahin Bey aslına ve asaletine uygun olarak hatırlanmıyorlardı. Çünkü öldükleri (şehit olmak) vatanlarında, öldürüldükleri düşmanların benzerleri türemişti. Mezarlarından kalksalar herkesi kılıçtan geçirirlerdi. Çünkü zaman milli ve manevi değerlerin maalesef “düttürü” ve “daha öncekilerin masalları” olarak anlaşıldığı bir zamandı. Gençler için bir anlamı yoktu tarihin. Hem zaten televizyonlarda bile esamisi okunmuyordu bunların. Göçmen kuşlar gibi gitmişlerdi o melek gibi adamlar. Giderken bereketlerini de alıp götürmüşlerdi. Yedi yıl kuraklık olacaktı artık. Yedi yıl “Yusuf” gelmeyecekti. Kuyuya atılan sadece o değildi. Onunla beraber tüm benliğimiz de atılmıştı kuyuya. Kuyu nasıl olsa Yusuf’u bekler diye ayrılmıştık çölden. Çölü bedeviler işgal etmişti. Medeniler keyif çatıyorlardı “Babil’in Asma Bahçelerinde.” O zaman biz de inadına Ahmet Efe’nin şu şiirine kulak verelim ve bitirelim:

“Yusufları zindanlara koydular
Hak deyince Hak’ka asi saydılar
Mansur gibi bir âdeme kıydılar
Sadıkları sallandıran dar ağlar”


Zekeriya Efiloğlu yazdı...