Öğretmenin Ölümü

31.07.2013 10:38:00
Öğretmenin Ölümü


Uyanış

      Ölümle yaşam arasında o ince çizginin üstünde durduğum an da hayatı köklü bir çınar ağacına benzetmiştim. Evet, evet! Köklü bir çınar ağacıydı. Arzdan gelen emirle yaratılan Âdem ve eşi Havva ile tohumu atılan bir çınar ağacıydı. Nüfusun artışıyla köklerinin dallandığı, derinlere indiği bir çınar ağacıydı. Ne saçmalıyordum acaba ölümle yaşam arasındayken. Demek ki Azrail’le buluşmadan evvel böyle saçma şeyler düşünüyorduk. Gülesim geldi ama gülemiyorum ki. Ağlanacak haldeyim. Ölümdeyim. Ama çokta saçma düşünmemişim yahu! Çınar ağacının hangi köküydüm? Kalın, belirgin ve güçlü bir kökü müydüm? Yoksa zayıf, güçlü köklere tutunarak ilerlemeye çalışan bir kökü müydüm? İstediğim gibi bir ölüm müydü?

      25 Nisan 1985 Salı günü Dünya’ya gelmiştim. İstenmeyen bir çocuktum. Ayrılık noktasına gelmiş bir çiftin belki de yeniden tutunmalarını sağlayacakken istenmemiştim. Zor bela doğmuştum işte. Aklımın ermediği yıllar ne olupbitti bilmemiştim. Tek bildiğim saf bir çocuktum. Abisi tarafından durmadan kandırılan, şakalara maruz kalan saf küçük bir kız çocuğuydum. Kendime gelişim ben altı yaşındayken gerçekleşmişti. Koca çınar ağacı sallanmıştı birden bire. Ailecek trafik kazası geçirmiş, arabamız nehire yuvarlanmıştı. Gözlerimi açtığımda siren sesleri, ışıklar, bağırış çağırışlar, kısacası beni ürkütebilecek her şeye sahiptim o an. Sağlık görevlileri havlunun arasına almış kurularken ailem nerede diye telaşa düşmüştüm. Görevlinin elleri arasından sıyrılıp koşmaya başladım. Onlara sesleniyordum. Annemin ince ve narin sesi birden kulaklarıma ilişti. Başımı çevirdim ve onu nehirin kenarında taşlıklar üstünde yatarken gördüm. Alnında yara vardı, kanıyordu. Korktuğumu hissetmişti, elimi tutup;

-Bir şey yok, korkma kızım geçecek hepsi, diyebilmişti.

      O nehirden sadece iki kişi kurtulabilmiştik. Babam ve abimi kaybetmiştik. Annem hastanede kalmıştı bir süre. Ben bazen halalarımda bazen de teyzelerimde, dayılarımda, amcalarımda kalmıştım göçebe gibi, sahipsiz gibi. Bir süre sonra annemin omirilik felci geçirdiğini öğrenmiştim. Çocuk aklımla bunların bir oyundan ibaret olduğunu düşünmüştüm. Zamanla omuzlarıma binen yükün farkına vardım. Ev işleri, çarşı işleri, okul işleri… Aile dostları ve akrabaların yardımıyla biraz olsun toparlanabilmiştik. Acımızın üstünü yavaş yavaş kabuk bağlayabilmişti. Bu zor günler yüzünden yaşıtlarıma göre fazla olgunlaşmıştım. İçimde gerçekleşmemiş beklentilerin sancısı vardı. Mesela annemin, babamın elini tutup okula gitmek ne bilmemiştim. Her zaman imrenmiş ve iç geçirmiştim. Bunlara rağmen annemi üzecek bir hayat yaşamamıştım. Öğretmen lisesini kazanmıştım. Bursluluk sınavlarına girip, kazandığım bursla geçim derdine yardımcı olmaya çalışmıştım. Dershaneye gittiğim seneler ya ücretsiz indirimini kazanmıştım ya da cüzi bir miktar ödemiştik. Üniversite içinde Ankara’ya yerleştik. Gazi Üniversitesi sınıf öğretmenliği bölümünü kazanmıştım. Üniversite çağıma gelene kadar yer yer anne-kız çatışmalarına girdik, yer yer gözümüzden yaş gelircesine güldük. Çoğu zaman mücadele etmemiz gerekiyordu ve etmiştikte. Ama o annemdi, kazadan sonra ailemden kalan tek kişiydi. Elimi tutup okula götüremese de anneliği hiç eksik olmamıştı. Her sabah kahvaltımı hazırlamıştı. Kıyafetlerim temiz, ev hep derli toplu olmuştu. Eve geldiğimde her zaman yemeği hazırdı. Gücünü kaybetmemiş, daha da sıkı sarılmıştı hayata ve bana.

.            
    Okuduğum yıllar hep idealist olmuştum. Hocalarım da bunun farkındaydı; fakat bunun gelip geçici olduğunu söylerlerdi. Mezun olduktan sonra sistemin getirileri ve götürüleri sayesinde materyalist bir öğretmen olacağımızı söylerlerdi. Bu sözlerden hoşlanmazdım. Her ne kadar mesleğimizin felsefesini kavrayamamış arkadaşlarım, hocalarım olsa da ben farklı olacağıma inanırdım. İşsizliğin arttığı, atanmaların gerçekleşmediği, siyasi çatışmaların, savaşların olduğu bir dönemde öğretmenin tek bir görevi vardı. Bilgisiyle birlikte yeni nesile insan olmayı öğretmekti, aktarmaktı. Bazı meslektaşlarımın bu görevin mahiyetini anlayamadıkları için ülkemizin en güzel, en içten kokan topraklarına gitmek istememişlerdi. Ölümün onları bulmasından korkmuşlardı. Onları gördükçe gelecek nesil için üzülmüştüm; benim gibi düşünen arkadaşlarıma baktıkça da umutlamıştım. Atanmalarımız uzun çabalar sonucu gerçekleşmişti ve Diyarbakır’ın Ergani ilçesinin Hendek köyünde ilk öğretmenliğimi yapacaktım.

Hedeflerin Peşinde

      Güneş’in batışıyla birlikte yola düşmüştüm. Yol boyu hayatımı gözden geçirmiştim. Neler olmuştu, ne güçlükler çekmiştik. Hala kapanmayan yaralarımız, hala konuşmaya çekindiğimiz konularımız vardı. Düşünceler ninnim olmuş, uyutmuşlardı beni gecenin soğuk karanlığında. Güneş’in gözüme çarpan ışığı ile de uyanmıştım. Çok az bir yol kalmıştı. Kalbimin hızlanışını kontrol altına almaya çalıştım. Derin derin nefes alırken anons ile yolculuğun bittiğini anlayıp, eşyalarımı toparladım. Köye gittim, orada ki insanlarla tanıştım. Çok güler yüzlü ve içtenlerdi. Kalacak yer durumlarını falan ayarlamıştım. Okulu ziyaret etmiştim. Benim gibi bir iki öğretmenle ve okul müdürüyle tanışmıştım. İlerleyen zamanlarda annemi de yanımı getirmiştim. Yeni bir hayata başlamıştık.

      Okulun ilk günü, sanki birinci sınıfa başladığımda ki hissettiğim heyecanı yaşıyordum. Öğrencilerimle tanışmış, hepsiyle bire bir ilgilenmiştim. Yüzlerini okşayıp, şevkatle yaklaşmıştım. Öğrenciler gittikten sonra okulda bir süre daha kalmıştım. Eksiklikleri tespit edebilmek için. Sonuçta okulumuz eskiydi. Kapılar kapanmıyordu,  tahtalar kabarmış ve boyası dökülüyordu. Sıralar köy halkının da yardımıyla onarılmıştı; fakat rahat değillerdi. Düşününce sokakta rahatça oyun oynamak varken onları saatlerce, rahatsız eden sıralarda oturtmak imkânsızdı. Havanın sıcak olduğu günlerde dışarıda ders yapıyordum. Ders anlatır gibi değil de oyun oynar gibi ders işliyorduk. Kurallarımızı baştan belirliyorduk. Amacım bu yöntemle hem bir şeyler öğretmek hem de söz istemeyi, sabırlı olup beklemeyi, kazananı tebrik etmeyi, kaybedeni cesaretlendirmeyi öğretmekti. Eh biraz da dışarıda oyun var diyip okulu sevmemezlik yapmasınlar istiyordum. Okula alışma süreçlerini bu şekilde atlatacağımıza ve başarılı olacağıma inanıyordum. Hepsi birbirinden zeki çocuklardı. Eğitilmeye açıktılar. Allah’tan köy halkı eğitime karşı bir toplum değildi. Desteklerini esirgemiyorlardı, öğretmeni el üstünde tutuyorlardı. Hafta sonları köyü gezip velilerle de iletişimi kesmiyordum. Okul dışında ne yaptıklarını da takip etmek zorundaydım.

      Dönemin ortalarına doğru il okullarından yardım gelmişti. Öğrenciler için kırtasiye, kitap, kıyafet yardımında bulunmuşlardı. Köy halkı ve öğretmenler olarak çok sevinmiştik. Eğitime katkı sağlayan öğretmenlere ve öğrencilere teşekkür etmek için onları köyümüzde ağırlamıştık. Daha sonra ki dönemlerde okullarını ziyaret edeceğimizi belirtmiştik. Öğretmenlerle para birleştirip okulun dışını, sınıfları da boyatmıştık. MEB’e gönderdiğimiz dilekçe sayesinde tahtalarımız ve sıralarımızda yenilenmişti. Sadece kapıların yapımı kalmıştı. Onları da şehirdeki marangozcularla anlaşıp yaptırmayı düşünüyorduk. Okulu yeniledikçe öğrencilerin gözlerindeki eğitim aşkı artmıştı. Daha erken okula geliyorlardı. Sınıfta oturup beni bekliyorlardı. Gülümsetmişti bu durum. Hepsini apayrı seviyordum.

      Köyümüze kış birden gelip çatmıştı. Hazırlıksız yakalanmıştık. Hemen odun, kömür ayarlayıp sobaları yaktık. Yaktık da kapılar… Kapılar kapanmıyordu. Marangozcuları ayarlayamamıştık bir türlü. Birkaç gün üç sınıfı birleştirip ders işledik. Şehire gidip o karda kışta marangozcuları gezmiştim. Anlaşma yapmıştık. Belirli bir miktarını taksitle ben ödeyecektim bir miktarını da marangozcu bey almayacaktı. Hafta sonu gelince kapılar da yapılmıştı. İçimiz biraz olsun rahatladı. Günler böyle gelip geçerken köy halkı onlara, onların çocuklarına böyle sahip çıktığım için onlarda anneme ve bana sahip çıkmışlardı. Her gün annemi ziyarete gelmişlerdi, davetleri de eksik olmamıştı. Böyle derken bir yılı devirdik annemle, köy halkıyla.

      Yeni dönem açılmıştı. Yeni dönem ile birlikte sınıfımıza Mehmet adında bir öğrenci katılmıştı. Öğrencilerim arasında ayrım yapmayacağımı bilirdim ama bu çocuk farklıydı. Gülümsüyordu ama gözleri gülmüyordu. Hep kendini kasıyordu, bir şeyleri kontrol altında tutması gerekiyormuş gibi hissediyordu. Yeni gelen bu öğrencim dedesiyle kalıyordu. Bende okul çıkışı Hasan dededin yanına uğramıştım. Pek tatlı, köyümüzün ton ton dedesiydi. Sohbet etmiş, hal hatır sormuştuk. En sonunda da asıl mevzuya giriş yapabilmiştim. Mehmet’in içinde bir acı var gibiydi ve yanılmamıştım. Annesi doğum sırasında ölmüş, babası da bu yüzden Mehmet’i suçlamış. Onunla yaşamak istememiş. Yaşadıkları dönemlerde Mehmet sürekli babası tarafından şiddete maruz kalmış. Hasan dede de torununu yanına almış, babasından uzak tutmak istemişti. Olanları düşününce o yavrucağızın içine oturan kederi tahmin edebiliyordum. Onunla biraz olsun ilgilenmek istemiştim.

      Bir gün okula giderken Mehmetlerin evinin önünden geçtim. Biraz ilerideydi. Okula gittiğini görmüştüm. Elinden tutmuştum. Sırf benim hissettiğim gibi hissetmesin, biraz olsun acısını azaltabileyim diye. Yol boyunca sohbet etmiştik. Elimi sımsıkı tutarken kendini güvende hissettiğini anlayabilmiştim. O yüzden rahattı, içten sımsıcak gülebiliyordu. Hasan dedeyle konuşup daha çok ilgi göstermesini, daha şefkatli olmasını istemiştim. Zamanla Mehmet’in acılarının azalacağını biliyorduk. Gün geçtikçe öğrencilerimde ki değişimi görebiliyordum. Onlara aktardığım bilgilerle yetinmiyorlar, araştırmayı, daha fazlasına ulaşmayı istiyorlardı. Küçük bir kütüphane oluşturmuştuk. Orayı boş bırakmıyorlardı. Tabi bunlar beni sevindirirken onlara iyiyi, güzeli de öğretebilmiştim. Duygularını rahatlıkla dile getirebilen, birbirini anlayan, anlaşmazlıkları kavga etmeden konuşarak halletmeye çalışan, sonuca varamadıklarında bana gelip adil bir çözüm bulmamı isteyen, hedefleri ve hedefleri doğrultusunda ilerleyen öğrencilerim olmuştu. Bir zamanlar bunların olacağına inanmayan arkadaşlarım vardı. Onların da bilmediği bir şey vardı. Öğrencilerin dilini ne kadar iyi anlarsan, zorlamayla değil de kendi istekleri doğrultusunda eğitime koşmalarını sağlarsan ağaç yaşken eğilir. Ben öğretmenlerinden çok onların her şeyi olmuştum. Emeklerimi, ektiğim tohumları da yavaş yavaş biçtiğimi görebilmiştim.

Son Durak

      Dönemin sonlarına doğru okulun etrafını saran eli silahlı adamlar vardı. Ders anlatırken gözüme ilişmişlerdi. Yavaş yavaş sesim kısılmıştı. Çocuklara burada kalmalarını, perdeleri açmamalarını söylemiştim. Kapıyı açar açmaz namluyu bana uzatan iki tane iri yarı adam vardı. Tehditlerle sınıfa sürüklemişlerdi. Ölümle tehdit etmişlerdi. Yavrucaklarım nasıl da korkmuşlardı. Hepsini koruyup kollamak istemiştim. Yalvarmıştım durmaları için. Onlar masumlardı, gelecek için birer pırlantaydı. Çok güzel şeylere imza atacaklardı. Geleceğin umutlarıydı onlar.

      İçeri elebaşları girmişti. Ardından bir ses duymuştum. Baba! Mehmet, baba demişti. Aman Allah’ım Babası devlet haini olmuştu. Çocuğunun olduğu okula gelmiş ahkâm kesiyordu. Ben burada onlara insan olmayı öğretirken bu olmalımıydı, babasının cahilliğine şahit olmak zorundamıydı. Sakallı, gözleri kötülük saçan bu adam yanındakilere bilmediğim bir şivede bir şeyler söyledi. Bana baktı ve

-Bu okulda ölmeyi hakeden sadece biri var, dedi.

      Mehmet’ti. Evet, onu kastediyordu. Mermi namludan çıkar çıkmaz; Mehmet’e sarılıp sırtımı dönmüştüm. Kurtulacağımıza inanmıştım. Sırtımda bir sıcaklık, yanma hissi vardı. İçimde gezinen kanı hissedebiliyordum. Sanki mermi yanan ciğerime saplanmıştı. Acıma acı katmıştı. Gücümün yavaş yavaş bedenimi terkettiğini hissetmiştim. Etraftaki sesleri duyuyordum. Jandarmalar, köy halkı… Bu eşkiyalardan bir kaçı yakalanmış bir kaçı da arka taraftan kaçmayı başarabilmişlerdi.

      İşte ben ölümle hayat arasındaki çizgideyim. Koca çınar ağacı beni silkeliyordu. Çizgiden öteye geçmeden önce ben hangi köktüm, biliyordum. Ben o koca çınar ağacının güçlü, kalın köklerindendim. Hayata sımsıkı sarılmış, gelecek için güzel tohumlar ekmiştim. Cahil insanların var olduğu bir Dünya’da, cehaleti yokedecek pırlantalar yetiştirmiştim. Biliyordum büyüdüklerinde eli silah tutan devlet hainleri değil, ilim irfan öğrenen vatan nedir, haysiyeti vatan uğruna koruma nedir bilen insanlardan olacaklardı. Gözlerim Mehmet’in gözlerine değdi. Anlamıştı o beni. Bu durumda ne yapacağını biliyordu. O da gelecek için güzel tohumlar ekecekti. Beni öyle yaşatacaktı, içinde ki bu acıyı da azaltacaktı. Arkamda bıraktığım böylesine güzel öğrenciler bırakmak için mutluydum. Galiba bir öğretmenin ölüm anını güzelleştiren şey arkada bıraktığı geleceğin umutlarıydı. Annemi yalnız bırakmayacaklarını, desteklerini esirgemeyeceklerini bildiğimden içim rahattı.

      Çizginin öteki tarafına geçmem gerek artık. Çok konuştum. Zaten içimdeki merminin yarattığı uyuşukluk beynimi bir hoş etti. Gözlerim kapalıydı zaten. Daha fazla bakamamıştım yavrularımın gözlerine. Elveda köylüm, güzel yüzlü, umut dolu çocuklarım, cennet gibi mis kokulu anneciğim.

Burcu Tonguç


Burcu Tonguç ve çalışmaları hakkında: 1992 yılı Niğde doğumluyum. Atatürk İlköğretim Okulu ve Niğde Anadolu Öğretmen Lisesinde okudum. Şu an Gazi Üniversitesi Matematik Öğretmenliği Bölümünde 4.sınıf öğrencisiyim. Yazdığım bu öykü ile İnönü Üniversitesinin 'Öğretmenin Hikâyesi' temalı hikâye yarışmasına katıldım. Türkiye'de ilk 50'ye girdim ve derlenen kitapta hikâyemle birlikte yer aldım.