Hırs (Hikâye)

17.02.2016 19:36:00
Hırs (Hikâye)



HIRS

            Osman çocukluğundan beri tuttuğunu koparan biriydi. Kimi arkadaşları, hatta bazı yakınları tarafından pek beğenilmese de bunu dert etmiyordu.

Hem olsundu, bir iki işten anlamaz, hedefsiz adamın lafı ile iş tutacak değildi ya.

Gençken çok ama çok çalışmak lazımdı, yaşlanınca rahat bir hayat geçirmek için bu gerekliydi. Onun için her işe el atmalı her yerden kazanç sağlamalı idi.  

            Yıllardır çalışıp didiniyordu. Ama rahmetli babası yüzünden bir türlü istediği işi yapamıyor, hedeflediği kazancı elde edemiyordu. Çocukluğundan beri aynı mal aynı kazanç… Ne ileri ne geri gidebiliyorlardı.

Bazen babasına yeni bir iş fikri ile gitse de: “Aman oğlum, azıcık aşımız, kaygısız başımız. Allah rızkımızı şu birkaç hayvan ile şuradaki tarlalardan vermiş. Kimseye borcumuz yok, derdimiz yok. Tenceremiz kaynıyor çok şükür.”  der geçiştirirdi.

Vefat edeli kırk gün olmuştu. Çok üzülmüştü babasının ölümüne ama hayata da tutunmak gerekiyordu. Artık evin reisi olmuştu. Yıllardır zihninde kurguladığı işleri yapmalı, bir an önce zengin olmalıydı, hem de köyün en zengini.

Akşam el ayak çekildikten sonra eşiyle konuşup planlarını anlattığında eşi itiraz etti. Bunu yaparsa çok sıkıntı çekebileceklerini, köy yerinde kurulu düzeni bozmanın hayır getirmeyeceğini söylediyse de dinletemedi. Üstelik bir de: “Sen de rahmetli babam gibi düşünmeye başlamışsın. Bu şekilde hiçbir yere varamayız.” diye azar işitti kocasından.

Eşi bu sefer pek itiraz etmişti: “Baban rahmetlik ulu bir çınar gibi başımızdaydı. Bir güne bir gün ne aç kaldık ne de üryan. Şu üç inek ile yüz koyun neyimize yetmez. Tarlamızı eker biçer, hayvanlarımızı besleriz. Hayvanların her sene yavrularından, etinden, sütünden geçimimizi sağlar gideriz. Yıllardır öyle değil mi zaten? Ne zaman namerde muhtaç olduk?”

Osman, tabii ki kadın sözü dinleyecek değildi. Zaten dinen gerekli olduğu işin eşiyle istişare etmişti. Hem nihai kararı kendisi verecekti.

Bu hal ve tartışmalar aile içinde sürüp gitti. Osman, sürekli planlar yapıp duruyordu.

En nihayetinde bir Cuma günü namazdan dönerken yanına aldığı iki yabancı adam ile önce koyunların ağılına sonra da ineklerin ahırına uğradılar.

Kapıda konuşurlarken annesi ve eşi pencereden olanları anlamaya çalıştılar umutsuz umutsuz.. Başında altı köşeli şapka olan iri yarı adamı hatırlar gibi oldular ama çıkaramadılar bir yerlerden.

Adamlar gittikten sonra evde büyük bir gürültü koptu. Komşular sesi duyup gelmeye başladıklarında durum anlaşılmıştı. Osman hayvanları satmak için anlaşmış; karısı, annesi ve çocukları bu duruma üzüldüklerinden ağlayıp duruyorlardı. 

Ama o, “Yapma etme ne olur, ne yer ne içeriz? Bu kadar çocuk, bu aile nasıl geçinir? Bu tencere nasıl kaynar?” diyen annesini dinlemeden çıkıp gitti.

Aradan üç ay geçmiş, kış bitmiş, her taraf taze ot ve çiçeklerle donanmıştı. Osman bütün hayvanları satmış, ancak hayvanların parasını bir türlü alamamıştı. Hatta bir ara hayvanları geri alayım diye komşu köye gitmiş ancak adamların hayvanları sattığını öğrenmişti.

Kafası çok karışıktı. Morali bozuktu. Ne yapacağını bilemiyor, kime akıl danışsa azar işitiyordu: “Ne diye huzurunu bozuyorsun be adam. Yıllardır çalışırsın da ne kazandın? Annen, eşin o hayvanları o tarlaları çekip çeviriyorlardı. Onları da perişan ettin. Gittin bütün âlemin bildiği üçkâğıtçılara kaptırdın malını.”

Ne deseler boş… Kendisi de anlamıştı hatasını ama nafile. Şimdi bu işten en az zararla çıkmanın yolunu bulmalıydı. Ortada senet yok kâğıt yok, mahkemeye başvursa ne diyecekti ki? Bu tür durumlarda yapılacak iki şey vardı; ya eline silahı alıp adamların kapısına dayanacak ya da köyün büyüklerinden bir ara bulucu heyet alıp sulh yolunu bulacaktı.

Birinci yolu elbette tercih etmeyecekti. Kaba kuvvet devreye girerse bu işin olacağı varsa da olmazdı. En son yirmi yıl önce bu yola başvurulduğunda bu köyden bir günde dört cenaze çıkmıştı.

Ardından bir vakit daha geçti. Osman bir yolunu bulup, yalvar yakar büyüklerinden bir iki kişiyi alıp komşu köye vardı. Malını kaptırdığı adamın amcasının kapısına dayandı. Konuştular, tartıştılar baktılar ki iş çözülmezse kötü noktaya varacak, amcası yeğenini evinden çağırtıp uzun tartışmalardan sonra hep birlikte bir karara vardılar.

Borçlunun eski bir kamyoneti ile şehirde, yeni yapılan pasajda, bir dükkân hissesi vardı. Yüz koyun, üç inek ve iki dana mukabilinde; bu dükkân, eski kamyonet ve bir miktar da para alarak anlaştılar.

Neyse ki olay tatlıya bağlanmıştı ama zarar da etmişti Osman. “Aman canım, zararın neresinden dönersek artık.” Diyerek teselli ediyordu kendisini. Allahtan şoförlüğü vardı. Beraber yürüyerek gittikleri komşu köyden hayvanları karşılığında aldıkları kamyonetle döndüler.

Kapının önüne vardıklarında kendisine yardım edenlere teşekkür ederek uğurladıktan sonra avludaki bir taşın üzerine oturdu.

Hayvanları sattığı günden beri evde huzuru yoktu. Hem annesi, hem de eşi yüzüne bile bakmıyorlardı. Evde bir gün tencere kaynasa üç gün kaynamıyordu. Ele güne muhtaç hale gelmişlerdi.

Annesi: “Bir köylünün evinde süt, yoğurt olmaz mı? Peynirini, tereyağını, kavurmanı, yününü bu hayvanlar sebebiyle veren Allah’a şükretmeyen işte bu hale düşer. Hem kendini yıktın hem de bizi oğlum.” dedikçe yüreği dağlanıyordu. Hele çocuklarının yüzüne hiç bakamıyordu.

Ama şimdi durum biraz da olsa değişmişti. Ne de olsa artık şehirde bir dükkânı vardı.

Ertesi gün kamyonetine binip şehre vardı, adamın tarif ettiği gibi pasajın girişindeki markete gidip yöneticiden 127 numaranın anahtarını istedi. Yönetici boş boş yüzüne baktı. Hayırdır birader orayı sen mi satın aldın?”

Osman olanları kısaca anlatıp anahtarı aldıktan sonra, çoğu boş ve camları eski gazetelerle kaplı pasajın sonuna kadar yürüdü. Ancak kendi numarası yoktu. Pasajın sonlarına doğru kuşçular kahvesi yazan yere girip 127 numaralı dükkânı sordu. Kahveci tuhaf tuhaf baktıktan sonra: “Alt katta birader.” dedi umarsızca.

Dönüp pasajın sonundan alt kata inen merdivenlere yöneldi. İndikçe şaşkınlığı da artıyordu. Burası kapkaranlık ve izbe idi. Çok fena rutubet kokuyordu ve hiç kullanılmadığı çok belli oluyordu.

Morali bozuldu. Hatta sinirden başı döndü ve ayakta kalabilmek için duvara dayandı. Hâlbuki ne güzel hayaller kurmuştu. Elindeki az parayla bir işe girecek, kamyoneti ile de başka alışverişler yapacak ve belki de ailesini yeniden rahata kavuşturabilecekti.

Ama şimdi bu hayali de suya düşmüştü. Yukarı çıktı pasaj yöneticisinin girişteki marketine girdi. Yüzü düşmüş morali bozulmuştu. Yönetici durumu fark etti: “ Gel birader, gel. Bir çay ısmarlayayım da biraz konuşalım.”

Konuştular uzun uzun. Pasajın birkaç yıl önce büyük umutlarla yapıldığını, normalde çok işlek bir yerde olmasına rağmen ana caddeye bakan diğer girişindeki küçük arsayı sahibini ikna edip alamadıklarını, aksi gibi oraya talip olan bir müteahitin yüklü bir para vererek orayı aldığını ve koca bir bina dikerek ana girişi öldürdüğünü, ilk başta özellikle üst katı dolduran büyük esnafların iş yapamayınca pasajı bir bir terk ettiklerini, şimdi de girişteki birkaç dükkân ile arkadaki kuşçu kahvesinden başka işleyen yer olmadığını usulünce anlattı.

Osman dinledikçe gerildi, bozuldu ama ne çare, bir kere anlaşma yapılmıştı. Artık geri veremezdi. Hem verse ne olacak adamdan para da alamazdı ki.

Son bir umut yöneticiye: “Satmak istesek satamaz mıyız?” diye sordu. “Satarsın tabi ama pek para etmez. Buralara yakın esnaflar depo olarak alıyorlar genelde. İlgilenen olursa haber vereyim istersen, var mı telefon numaran?

Osman numarasını verip dışarı çıktı. Dünyası yıkılmış gibiydi. Ne yaptım diyordu. Anamı eşimi dinlemedim. Şu başıma gelene bak. Ne diye kurulu düzenimi bozdum ki…

Pişmanlıktan nefesi daralıyordu ancak çoktan iş işten geçmişti. Kamyonetinin kapısını açıp kontağı taktı, çalıştırmadan öylece oturdu. Bekledi, bekledi…

Neden sonra biri camına sertçe vurdu. Dönüp baktı, adam köylüye benziyordu. Camı açtı. Biraz sinirlenmişti: “Ne diye cevap vermiyorsun birader, boş mu kamyonetin?”

Neye uğradığını şaşırdı. Sanki bir kapıyı kapatan Mevla bir başkasını açıyordu. Aklına nakliyecilik yapmak neden gelmemişti kaç gündür. Hemen cevap verdi: “Boş boş, kusura bakmayın dalmışım herhalde.”  

“Neyse neyse… Yirmi torba un var. Kaça götürürsün Yeşilliye?”

Düşündü kendi köyünün yolu üzeriydi zaten, ne verse kardı. Az biraz arabalardan anlıyordu. Bu kamyonet yaksa yaksa oraya kadar elli lira yakar, yüz desem yeter herhalde diye geçirdi içinden.

“Yüz lira olur, götürelim dedi.”

Adam biraz boş boş baktı. Sonra: “Yüz çok, doksan veririm. Hadi bakalım.” Dedi emrivaki.

Neyse ilk iş, olsun bakalım dedi ve birlikte kamyonete binip gittiler.

İki saat sonra Yeşilli köyünde un torbalarını indirmiş, adamın çay kahve ısrarlarına rağmen durmamış, parasını aldığı gibi köyün yolunu tutmuştu.

Köyün girişine geldiğinde motor teklemeye başladı. Yakıt bitmiş olamazdı yeni doldurmuştu depoyu. Kenara çekti durdu. Kaputu açtığında motordan dumanlar yükseliyordu. Biraz bekledi, motor soğudu, denedi ama çalıştıramadı. Çaresiz morali bozuk bir şekilde köye döndü.

Eve vardığında durumu kısaca anlattı. Artık eski dik kafalılığından eser kalmamıştı. Akıl istiyordu. Annesi ona çok kırgındı. Karısı zaten ondan köşe bucak kaçıyordu. Kendisinin de pek eve geldiği yoktu ya, neyse…

Bir gün sonra komşunun minibüsü ile kamyoneti sanayiye çekti. Hesap çıkardılar kamyonetin değerinden daha fazla masrafı vardı. Düşündü taşındı… Bir şeyler yapmalıydı. Annesinin tavsiyelerini hatırladı. Usta ile anlaşıp, kamyoneti düşük bir fiyata ona bıraktı. Sonra çarşıya gidip doğrudan pasaj yöneticisinin yanına vardı.

Yönetici de ona bir müşteri bulmuştu. Çok düşük fiyata dükkânı da sattıktan sonra akşam köy minibüsü ile doğruca evine geldi. Hesapladı bütün maceralardan sonra elinde kalan para hayvanlar için anlaştığı bedelin yarısından biraz fazlaydı.

Annesinin sözünü dinledi. İyi bir araştırmadan sonra komşularından birinden elli koyun, birkaç gün sonra gittiği hayvan pazarından ise iki yerli inek aldı.

Artık uslanmıştı ama bu biraz pahalıya mal olmuştu kendisine. Yaklaşık altı ay ailesini süründürmüş, malının yarısını yok yere kaybetmiş ve en önemlisi de ailesini dağılmanın eşiğine getirmişti.

Bundan sonra düşündüğü tek şey köydeki düzene bir daha el sürmemekti. Elbette yine çalışacak, girişimlerde bulunacaktı. Sadece daha akıllıca hareket edecek, istişare ederken karşı tarafın düşüncesine de önem verecekti.

İzzet Irmak